Orta Avrupa’nın İncisi Budapeşte: Bir Erasmus Macerası
Tuna Nehri’nin ortadan ikiye böldüğü Buda ve Peşte şehirleri uzun zamandır tek bir isimle anılıyor ki; bu ismi duyanların tek kaşları havaya kalkıyor: Ya meraktan, ya da şehrin kendilerine kondurduğu o pek mahrem öpücüğün tatlı anısından…
1. Böyle yurt mu olurmuş?
Budapeşte üzerine bırakın günlüğü, beş yüz sayfalık kitap yazılır; son cümlesi de “birinci cildin sonu.” olur. Öyle bir şehir çünkü. Yani, görüp de aşık olmayan bir insana rast gelmedim daha.
Zavallı bendeniz ise, bu büyülü kent hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadan attım kendimi kollarına. Uçaktan indim, üniversitemin (Eskişehir Osmangazi Üniversitesi) anlaşmalı olduğu, Budapeşte’deki üniversitenin (Eötvös Lorand Üniversitesi, kısaca ELTE) bana tahsis etmiş olduğu yurtta aldım soluğu. Yurt dediğime bakmayın, ilk başta “keşke ev ayarlasaydım ya da olmadı birini bulur ev arkadaşı olurum” diye düşünüyorken; yurttaki ilk haftamdan sonra ne kadar da şanslı olduğumu fark edip, bu manasız düşünceleri hemencecik bir kenara attım.
Adı Körösi Csoma Sándor Kollegium olan bu yurt, Budapeşte’nin Buda tarafında bulunuyor ve futbol sahası, tenis kortu, basketbol sahası, kendine ait barı ile haşmetle yükseliyordu. Burada ikamet ettiğim süre zarfında yalnızca iki sorunum vardı: Birincisi, okulumun ve hemen hemen bütün eğlence mekanlarının Peşte tarafında olmasından mütevellit bir ulaşım problemi. İkincisi de, ilk dönem kaldığım odayı bir başkasıyla paylaşmak zorunda oluşum. İkinci dönem tek kişilik oda verdiler bana, Kuzey İrlanda’nın kırsallarından gelmiş olan komşum Greg ile mutlu mesut bir dönem geçirdik. Yurtta bulunan çeşitli öğrenci kulüplerinin çekişmeleri, her perşembe gecesi düzenlenen partilerden bahsetmeye dahi dilim varmıyor; keza bir başlarsam, kendimi durduramayacağımdan korkuyorum.
2. ELTE'de yalnızca ders çalışmadık, iyice eğlendik de!.
ELTE Üniversitesi, birden fazla kampüse sahip, kocaman bir okul. Karşılaştırmalı Edebiyat öğrencisi olan bendenizin gittiği kampüs ise, Astoria’da bulunan Faculty of Humanities idi. Astoria, Tuna Nehri’ni eğer ki Elisabeth Köprüsü’nden geçerseniz karşınıza çıkacak olan Ferenciek durağının devamında, Kalvin Tér’in arkasında, Deak Ferenc Tér’in sağında, ve Blaha Lujza Tér’in de solunda bulunmaktadır.
ELTE Faculty of Humanities, Astoria metro durağından çıktığınızda, hemen karşınızda beliren sevimli bir alandır. Bu fakültenin kendisine ait bir kafesi, bir de Konyvtar Klub (KK) adında bir barı vardır ki, zaman zaman burada çok çılgın partiler düzenlenir. Fotoğrafta gördüğünüz bendeniz (mavi montlu) ve kendisi de bir Erasmus öğrencisi olan Kaya, iki Türk, kampüste bir fotoğrafımız olsun demiştik.
3. Elli metrekare eve yetmiş kişi nasıl sığar?
Eğer ki metro istasyonuna geri döner, Ferenczy İstvan utca tarafından çıkar, dümdüz ilerler, ilk sağ, ardından bir sağ daha yaparsanız, yedi numaralı binanın yedi numarasında oturan Parisli arkadaşım Armand’nın evine ulaşırsınız. Bu ev, 2015/2016 güz dönemi, ELTE Erasmus öğrencilerinin buluşup, çılgınlar gibi eğlendikleri yerdir. Alice Harikalar Diyarı’ndan fırlamış, çay yerine geleneksel Macar içkisi olan Pálinka’nın içildiği bu eve girecek olursanız adımı söyleyi- Tamam, kesiyorum burada. Kronolojik bir sıra ile günlüğe devam etmeden önce, Erasmus programının bana tam olarak neler kattığından söz edebilir miyim? Bir aşağıdaki maddeye buyurun lütfen…
Fotoğrafta, soldan sağa: Ben, Almanya’nın en güzel tarihçisi Tobias, yahut kısaca Tobi, ve çılgın İtalyan Luca. Arka planda gördüğünüz merdiven, odanın üst tarafında bulunan küçük bir divana çıkıyor. Bütün bir gece eğlenmiş isek, yurda dönmek yerine o divanda uyuyordum ben. Ev sahibi Armand, arkadaş arasında evinden söz ederken, üst katın bana ait olduğunu söylüyor; gülüşüyorduk.
4. Hösök Tére'nin hemen arkasında kocaman bir açık alan var, buz pateni yapmak için...
Arkadaşlık. Bir ülkeye gitmişsiniz. Bu öyle bir ülke ki, ne dilini biliyorsunuz, ne sokaklarını, ne kültürünü… Sıfırsınız orada, okuma yazmanız yok yahu!… Kiminle, nasıl konuşacağınızı, nasıl davranacağınızı bilemiyorsunuz; ve dehşet içerisindesiniz. Eğer ki daha önce herhangi bir yurtdışı deneyiminiz olmadıysa, sözlerime kulak verin. Yaşayacaklarınız aşağı yukarı böyle şeyler olacak. Ama, olur da cesaretinizi biraz olsun toplayabilir ve sokakta yürüyen herhangi bir kimseye “merhaba” derseniz, bütün bu korkuların ne denli yersiz olduğunu, Avrupa Birliği’ne üye olmayan bir ülkeden gelmiş olmanızın, İngilizce konusunda o kadar da yeterli olmamanızın, yahut kendinizde gördüğünüz herhangi bir eksinin hiçbir anlamı olmadığını göreceksinizdir. Erasmus, arkadaşlıktır, dostluktur.
Bu fotoğrafı Katalan arkadaşım Toni çekti. Ben arkalarda, en yakın arkadaşlarım Andrea ve Tommaso’nun yanındayım. Büyük ihtimalle dengemi kaybetmişim ve düşmek üzereyim.
5. Erasmus arkadaşlıkları bambaşka oluyor, gerçekten.
Budapeşte’de okuduğum, ama en çok, ciğerlerimin kapasitesini zorlama pahasına tüm havayı içime çekerek yaşadığım, şu bir sene içerisinde bunu öğrendim ben:
Bir şehri güzelleştiren, orada tanıdığınız insanlarmış gerçekten. Ön yargılar öyle bir yıkılıyormuş ki, efendime söyleyeyim, Fransızlar kibirlidir, Almanların espri anlayışı yoktur, İtalyanlar kaba, İngilizler soğuktur… Değildir efendim! Hiç de öyle değildir. Nedir, biliyor musunuz? Bütün bu milletlerden gelmiş, bambaşka dillere, bambaşka kültürlere sahip bu insanlarda benim gördüğüm, deneyimlediğim ve çıkardığım sonuç nedir, biliyor musunuz? Fransızlar, Almanlar, İtalyan ve İngilizler, Katalanlar, Macarlar, Türkler, Hintliler… güzeldir. Çok, çok güzeldir hem de.
Şu bir sene boyunca, aklımın hayalimin ucundan dahi geçmeyecek arkadaşlıklar edindim, çok farklı insanlar tanıdım. Bu satırları yazmadan önce, bir Avrupa turu yaptım, yaptık daha doğrusu, ailemle beraber. Paris ve Venedik’te, tanıma şansına nail olduğum bu insanlardan bazılarıyla görüştüm. Ailem, gözlerinde gülücüklerle, “Ne kadar da güzel çocuklar bunlar!” dediler. Başka şansları yoktu; çünkü hakikat bu idi. O yüzden, olur da, şu satırları okuyan, Erasmus programına katılıp katılmamak konusunda kararsız birileri varsa, ve sözlerim bu kimselerin gönlünü rahatlatır, katılmaya karar vermelerine sebep olursa, ne mutlu bana…
6. Budapeşte'yi gezdik, başka şehirlere açılalım istiyoruz artık.
Maceralarıma devam edeyim artık, bir hüzünlendim çünkü. O kadar çok, ama o kadar çok özlüyorum ki Budapeşte sokaklarında aylak aylak gezinmeyi, Parlament Binası’nin karşısına oturup alevli Macar şaraplarının tadına bakmayı… Hemen şuracıkta, Buda Kalesi’nin tepesinde çekilmiş bir fotoğrafımı paylaşmazsam olmaz herhalde. Burada konuştuğum hanımlar Fransız. Fransızca konuştuklarını duyunca selam verdim hemen. Bütün sene boyunca böyle yaptım ben, insanlarla konuşarak pratik yaptım, epey de bir şey öğrendim diye düşünüyorum…
Neyse, bir arkadaşım vardı, daha ilk günlerde tanıştığım Romanyalı bir kız, Laura adı. Aynı yurtta kalıyoruz, her gün birbirimizi görüyoruz yani. O, ben, ve Bulgar arkadaşımız Yordan ile beraber Polonya’daki Krakow’a gitmeye karar verdik. Macarca bilmediğimiz için, otobüsün nereden kalkacağını çözememiştik tam olarak. Biz Krakow’a giderken, diğer bir grup Erasmuslu dostlar da, Prag yoluna düşüyordu. Şansa bakın ki, onlar da otobüslerinin nereden kalkacağını çözememişlerdi! O koca otogarda, gecenin ikisinde, on beş – yirmi kişilik bir grup gencin sağa sola koşturup otobüs aramaları, herhalde dışarıdan izleyen birine epey komik görünmüştür. Gelelim, Krakow maceramıza…
7. Krakow'a hoşgeldik! (Donuyoruz)
Neymiş efendim? Bir ülkeye gitmeden önce, o ülkenin hava durumunu iyice bir hesaba katmak gerekiyormuş. Donduk Krakow’da, tir tir titredik, neye uğradığımızı şaşırdık. Nasıl bir soğuktu o öyle ya? Krakow’a sabahın erken saatlerinde vardık, kalacağımız hostele eşyalarımızı bırakıp, direkt olarak kenti gezmeye çıktık. Çok uzun anlatmayacağım, çünkü Krakow bir sürü öyküsü olan, renkli bir şehir, buraya sığdırabileceğimi sanmıyorum. Yalnızca, St. Mary Kilisesi hakkındaki söylentiyi hatırlıyorum, ondan bahsedeyim.
8. Krakow'da her köşebaşında başka bir hikaye bekliyor insanı...
Gördüğünüz üzere, kilisenin iki adet kulesi var ve bu kulelerden biri, diğerinden daha uzun. İşte, söylentiye göre bu kulelerin yapımı iki kardeşe verilmiş. Kardeşlerden küçük olanı işini ciddiye alırken, abisi biraz tembelmiş. Kral, küçük kardeşin yaptığı kuleyi görüp övmüş. Kıskançlığa düşen büyük kardeş, küçük olanı yüreğinden bıçaklamış. Sonra da vicdan azabına dayanamayıp, kendisini atmış kuleden.
Bu kilise ve kuleleri hakkında başka bir söylenti ise, uzun olan kulenin gözetleme kulesi olarak kullanılmasıyla ilgili. Eski zamanlarda, o kulede bir asker bekler, düşmanın gelip gelmediğini bir çan çalarak halka bildirirmiş. Bir gün, Tatarlar Krakow’a saldırmışlar. Bunu gören nöbetçi, hemen çana asılmış, ama Legolas gibi gözleri olan bir Tatar okçusu tarafından vurulmuş ve çalmaya çalıştığı melodi yarıda kesilmiş. Bu söylentiye binaen, St. Mary Kilisesi’nden her saat başı bir melodi yükselir, ama bu melodi o askeri anmak için tam yarısındayken kesilir.
9. Esztergom benim!
Budapeşte yoluna vardığımızda, ben sosyal medyadan yer bildirimi yapıp, “home” yazmıştım. Gerçekten de bir yuva olarak gördüm çünkü ben Budapeşte’yi. Tam o hafta, İngilizce Pratiği dersinden de ödevimiz varmış, ben yapmamıştım. “Ama hocam ben ülke dışındaydım!” dediğimde, öğretmenim Bayan Price kaşlarını çatıp, “Murat, dün baktım, home yazmışsın.” demişti de, bana fazladan ödev vermişti. Sosyal medya pişmanlıktır arkadaşlar…
Krakow’dan döndükten sonra, o dönem başka bir ülkeye gitmedim. Macaristan sınırları içerisinde gezindim daha çok. Bu gezilerimin birinde, Esztergom Kalesi’ne de gittim. Zaten, kaleden görülen manzara akıl almaz güzellikte; güneş Tuna Nehri’nden yansıyor, gözlerinizi alıyor, her yer tarih kokuyor derken, şansımıza bir melodi çaldı. Matem gibi, yavaş, çok, çok güzel bir melodi. Orada yaşanmış olabilecek hayatları tahayyül ederken, tüylerimizi diken diken eden o melodiyle birbirimize bakıyorduk arkadaşlarımla…
10. Ljubljana'ya ve Sloven insanına aşık oldum!
Gel zaman git zaman, benim içimde yine bir şeyler kıpırdanmaya başladı; yerimde duramaz oldum. O zaman anladım ki, ülkeyi terk edip, yeni maceralara yelken açma zamanı gelmiş! Yolculuk, Slovenya ve Hırvatistan. Eski Yugoslavya topraklarının da havasını doldurayım dedim ciğerlerime, bir gezeyim…
Budapeşte’den Ljubljana’ya gidiş, aşağı yukarı sekiz, sekiz buçuk saat sürüyor. Yani, trenle böyleydi bu durum. İndikten sonra bir saat kadar da yol yürüdüm ben, hosteli uzak bir yerde tutmuşum, dolandım durdum Ljubljana’nın boş sokaklarında. Neyse ki hostele vardığımda, “welcome drink” paketiyle bir adet Rakiya koydular önüme, o aldı yorgunluğumu…
Küçücük kent Ljubljana, iki üç saate ne var ne yok görüyorsunuz. Kaleye tırmanmak biraz yoruyor ciğerleri, o kadar. Mimari yapıdansa, insanı aklımda kaldı benim Ljubljana’nın. Sloven insanı müthiş kibar ve yardımsever. Hani, anlatılamayacak şeyler vardır ya; gidilip, görülmesi gerekir, Sloven insanı da öyle şeylerden… Yolda karşılaştığınız her insan, potansiyel arkadaş. Gencinden yaşlısına kadar zaten hemen herkes İngilizce konuşuyor. Yalnızca, çok yaşlılar İngilizce değil, Fransızca konuşuyorlar. Bu dillerden herhangi birini biliyorsanız, yahut biraz Rusça bilginiz var ise, Slovenlerle anlaşmak çok kolay. “Vhala” tarzında bir şey diyorlar teşekkür etmek için, onu öğrenmiştim. Hırvatlar da aynı şekilde teşekkür ediyor, vhala diye diye gezmiştim bu şehirleri.
Fotoğrafta, Ljubljana Üniversite’sini görüyorsunuz… Ne güzel bina, değil mi ya?
11. Çılgın. Hayır, daha çılgın: Metelkova
Sokaklarda aylak aylak dolanırken, bir ara yoldan birisini çevirip “Bugün geldim şehre, nerede eğlenebilirim?” diye sordum ve, “Metelkova!” cevabını aldım. Metelkova denen yer, yıkık dökük binaları çeşitli grafiti sanatçıları tarafından boyanmış, barlara, kulüplere çevrilmiş eski bir ordu karargahı. Tamamen “underground” bir sisteme sahip; öyle ki, Sloven hükümeti burayı defalarca kapatmak istemiş; ama öğrenciler karşı koyup, kapattırmamışlar. Ben Metelkova’ya girdiğimde, alanın ortasına bir sahne kurmuş, tiyatro oynuyordu gençler. Öyle bir yer. Ljubljana gençliğinin, özellikle cuma ve cumartesi gecelerini geçirdiği, kaynaşıp eğlendiği yer burası.
12. Saklı bir cennet: Bled Gölü
İkinci günümde, birçok insanın Slovenya’ya gitmesinin asıl sebebi olan Bled Gölü’nü görmeye gittim. Tek kelime: Cennet. İki saat falan geçirmişimdir kalenin tepesinde, daha fazla da olabilir. Ortam öyle bir büyülüyor ki insanı; zaman kavramı uçup gidiyor.
Bled Gölü’nün tadını akşama dek çıkardıktan sonra, bulduğum ilk otobüse atlayıp soluğu Hırvatistan’ın başkenti Zagreb’de aldım.
13. Abi ben uzaklara bakarken bi' fotoğrafımı çeker misin?
Zagreb’de paskalya tatiline denk geldim. Şanssızlık işte, herkes tatilde; şehir bomboş. Yemek yiyecek yer bile bulamamıştım da, kendimi zar zor bir Kore restoranına atmıştım. Bu arada, Hırvat insanı için de, Slovenler hakkında söylediklerimi yinelemek durumundayım: Çok kibar ve yardımseverler. O tarafların insanı böyle genelde; turist olduğunuzu anlayan, yanınıza gelip, yardıma ihtiyacınız olup olmadığını soruyor.
Zagreb’de en çok hoşuma giden yer, “Museum of Broken Relationships” yani, kaba, mot à mot bir çeviri ile “Kırık İlişkiler (ben buraya “Kalpler” demeyi tercih ederim aslen) Müzesi”. Bu müze, biten ilişkilerden kalan eşyaların, ve öykülerinin sergilendiği bir konsepte sahip. Dünyada tek. Ben tek kelime ile bayıldım. Olur da bir gün yolunuz Zagreb’e düşerse, kaçırmayın derim.
14. Macaristan'ı keşfetmeye doyamadık.
Bu yolculuklardan sonra Budapeşte’ye geri döndüm, bu defa derslerime ağırlık vermeye başladım. İkinci dönem, yeni bir ülkeye gitmedim, ama pek sevdiğim bir arkadaş grubum ile Vac, Györ gibi Macar kentlerine günübirlik gezilerde bulundum. Macar kırsal yaşamını gördüm, insanlarla konuştum, çok güzel şeyler öğrendim.
Bakınız, bu fotoğrafta bu yolculukları yaptığım arkadaş grubumla beraberiz. Ağırlıklı olarak İtalyanlardan oluşan bu küçük arkadaş grubu, Fransız, Polonyalı ve bir de Türk’ü (ben) bünyesinde barındırıyordu.
15. Rüyadan uyanırken...
Derslere ağırlık vermeye başladım dediysem, bütün gün oturup da çalışmadım; yaşadım. İyice, daha önce hiç yaşamamış ve bir daha asla yaşamayacakmışçasına yaşadım. Bol bol gezdim, kaldığım odaya pek az uğradım, aklıma, hayalime dahi gelmeyecek şeyler yaptım, çok güzel insanlarla çok güzel sohbetler ettim; çok yakın arkadaş oldum, sevdim. Ama çok sevdim. Bir ara, Polonyalı bir vefasıza gönlümü kaptırdım, Tuna Nehri’nin etrafında saatlerce yürüdüm, hatta bir gece, atladım da oraya. Arkadaşlarla beraber, kesinlikle tavsiye etmiyorum bu arada, akıntı çok kuvvetli; boğuluyorduk neredeyse.
Bu metni nasıl bitireceğimi bilemedim inanın. Yazdım-sildim, sonra yeniden yazdım, yeniden sildim. Hayatımın en güzel senesi ya, bütün o fotoğrafları seçerken, ne yazacağımı düşünürken, daha o günlerde tuttuğum günceden baka baka; her şeyi bütün seneyi, neredeyse an be an hatırladım. Hatırlayınca da hüzünlendim, kalkıp, bir daha gidesim; Dayka Gabor utca’dan (kaldığım yurt oradaydı) Astoria’ya direkt olarak giden 239 numaralı otobüsü bekleyesim, onu bulamayınca 139’a binip, Ujbuda Központ’ta inesim, oradan tramvay ile devam edesim geldi. Hemen kampüsün önünde indirirdi tramvay, KK’nın içinden geçer, tanıdığım insanlara, öğrencilere, çalışanlara, profesörlere selam vere vere kütüphaneye giderdim. Felsefe binasının kütüphanesinde çalışan hanımla, gide gele tanış olmuştuk artık. Biraz Türkçe de biliyordu, eşi Iraklı imiş, ondan öğrenmiş. “Arkadaş!” diyordu beni gördüğünde. Son defa uğradığımda, benim sevebileceğimi düşündüğü kitapları ayırmıştı yine, bu defa kitapları alamayacağımı, Budapeşte’yi terk etmem gerektiğini söylediğimde sarılıp “Güle güle arkadaş!” demişti. Boğazımda kocaman bir yumrukla terk etmiştim orayı.
Şimdi Türkiye’deyim. Erasmus maceram burada bitmedi aslında tam olarak; staj yapmak için bir de Brüksel’e gittim. Hollanda, Fransa, İtalya, Arnavutluk, Makedonya gibi ülkeleri gezdim; yerimde durmadım yani yine. Ama, bu bambaşka bir hikayenin konusu…
Budapeşte benim ilk yurtdışı deneyimim ve aşık olduğum ilk ve tek şehirdi. Umuyorum ki, bir gün yine döneceğim oraya, sokaklarını -yalpalaya yalpalaya- dolaşacak, yepyeni insanlarla tanışacak, yepyeni anılar edineceğim. O güne kadar ise, bu koskoca, ama bir nefes alımı kadar hızlı geçen sene ve bütün o anılar, dostlar, aşklar, topraklar, hafızamın derinliklerinde, benimle birlikte olacaklar.
Son olarak, Esztergom Kalesi’ne gittiğimiz o günden yine, bir tanecik arkadaşım Manon ile, kendimizi Esztergom valisi ilan ettiğimiz kareyi paylaşmak istiyorum. Tekrar o tatlı güneşi arkamıza alıp, beraber gülmek dileği ile…
Szeretlek Budapest! Szia, szia!